Koyunlar, alimler ve deportasyonlar: Eski Yakın Doğu’da göçün elli tonu
Kabaca modern Irak bölgesinde milattan önce konuşulan ve yazılan bir dil olan Akadca sıklıkla başka coğrafyalarda da kullanılıyordu. Günümüz Türkiye, Suriye, İran, zaman zaman Doğu Akdeniz kıyıları (Levant) ve Mısır’da, ayrıca Asurlu ve Babilli tüccarların ayak basmaya cesaret ettiği diğer topraklarda da diplomasi dili olarak tercih ediliyordu. Ancak Akadcada elbette göçe dair bir kelime yoktu.
Dolayısıyla eski Yakın Doğu’da göçün gerçekte ne anlama geldiğine karar verecek olanlar modern araştırmacılardır. En tipik göç, temel amacı yolun sonunda yerleşmek olan bir tür insan hareketi olarak tanımlanır. Ancak böyle bir tanımlama göçün gönüllü olarak yapılıp yapılmadığından bağımsızdır. Yeni Asur dönemindeki büyük çaplı sürgünler de dahil olmak üzere bazı göçler, başlıca muktedir kralların kendi yazıtlarında övündükleri gibi, açıkça zorla yaptırılmıştı. Kral Sanherib’in MÖ 701 yılında Doğu Akdeniz kıyılarına yaptığı seferden sonra kaleme aldırdığı yazıtında Yehuda topraklarıyla (Güney Doğu Akdeniz kıyıları, günümüz İsrail) ilgili en meşhur anlatılardan biri yer alır:
“Onlardan […] genç, yaşlı, erkek, kadın, at, katır, eşek, davar, deve, koyun ve keçi olmak üzere 200 150 kişi çıkardım ve onları ganimet saydım.”
Diğer benzer kısımlarda krallar gururla “sürgün edilenleri” kendi halkımdan saydım” diye övünürler. Burada demek istedikleri bu iş gücünü yönetimlerine entegre edip kendi çıkarları için kullandıklarıdır. Ancak bu yazıtlarda bahsi geçen örneklerde olaylara sadece muktedirlerin tarafından bakabiliyoruz. Diğer kasaba ve köylerde olduğu gibi, Yehuda kasabalarının da zorla yerlerinden edilen sakinlerine kimse evlerini, bahçelerini ve tarlalarını terk etmek konusunda ne hissettiklerini sormadı.
Göçün gönüllü olup olmadığı sorusu belki de farklı bir şekilde sorulmalıdır. Günümüzde de olduğu gibi, kuraklık veya kıtlıkla birlikte devlet kurumları tarafından yardım sağlanmadığı takdirde insanların konumlarını değiştirmeleri kaçınılmaz hale gelir. Eski Yakın Doğu yazışmalarında kuraklık nedeniyle başkalarının yaşadığı ya da tarım amaçlı kullandığı bölgelere doğru harekete geçen göçebe kabilelerden sıkça bahsedilir. Aslında, açlık ve susuzluk tehdidi insanların her daim gündemindeydi. Tıpkı manastırda yaşayan Pî-Aya isimli bir kadının yazdığı bir mektuptaki gibi. Ailesinin bir ferdi olabilecek bir adama yazdığı MÖ 18’inci yüzyıldan kalma bu Babilce mektupta Pî-Aya tam da bu tehditten bahsediyor:
“Üç gündür fırtına gibiyim. Su ya da ekmek tüketmiyorum. Ne kadar tahılın bana ulaştığını ve bana ne kadar tahılı gönderdiğini (en iyi) sen bilirsin. Özellikle şimdi kimse kimseye bir şey ödünç vermiyor. Ev halkımla birlikte ölmeyeyim! Gönderilecek tahılı bana gönder ve ev halkım sağ kalsın! Soğuk hava ve kıtlık bizi kötü etmesin!”
Bazı durumlarda ise kıtlığın ve susuzluğun beraberinde getirdiği ölüm kalım mücadelesindeki doğruluk payından şüphe etmiyoruz. Tıpkı Uruk Valisi’nin (günümüz Irak topraklarında) Asur Kralı Asurbanipal’e yazdığı mektuptaki gibi:
“Kralın mühürlü mektubuyla birlikte gönderilen kraliyet görevlisine gelince, efendim, […] o ve (ona eşlik eden) askerler Uruk’a (giderken) su istediklerinde, askerler (yolda) onu terk etti ve (tek başına) Uruk’a gitti.”
Daha sonra, çivi yazılı tabletin ilgili bölümü yıpranmış olsa da kraliyet görevlisi sağ olarak ele geçirilmiş gibi görünmektedir.
KİMİN GÖÇ EDECEĞİNE KURAYLA KARAR VERDİLER
Kıtlığın göç için etken olduğuna dair bilgiler Herodot’un eserlerinde de görülebilir. MÖ 5’inci yüzyılda, antik Lidyalıların (Anadolu’nun batısında yaşayanlar) 18 yıl süren bir kıtlıktan sonra nüfusun hangi yarısının göç edeceğine karar vermek için kura çektiklerini anlatır. Antik Yunan Tarihçisi Herodot’un iddia ettiği gibi, özellikle icat ettikleri top, zar ve aşık oyunlarını oynayarak açlık sancılarıyla baş ederler. Bu hikaye her ne kadar hayal ürünü olsa da açlığın antik hayal gücündeki rolünü gözlemleyebiliyoruz.
Mezopotamya’ya geri dönecek olursak Asurluların ve Babillilerin göç konusunda ne düşündüklerinin izini sürmek istiyorsak, aklımızda tutmamız gereken birkaç nokta daha var. O zamanın şartlarını göz önünde bulundurursak göç edenlerin daha yavaş yol kat etmesi gerekirdi. Mezopotamya iktidarları katır ya da atlarla seri ‘posta hizmetlerini’ gerçekleştirmiş olsalar da bu iktidarların hükmü altında bulunan kişilerin çoğu göç için eşekleri, hatta sadece ayaklarını kullanmak zorunda kalırdı. Kısacası kişi ne kadar yüksek mevkiye sahipse seyahat etmesi de o kadar konforlu ve hızlıydı. Bu hiyerarşinin beraberinde getirdiği konforu Urdu-Gula isimli bir şahsın mektubunda da görebiliyoruz. Kendisi gözden düşmeden önce Kral Asurbanipal’ın himayesinde bir bilgindi. Aşağıdaki mektubunda ne kadar gözden düştüğünü açıklamak için diğerlerinin ve kendisinin nasıl seyahat ettiğini karşılaştırıyor:
“İnsanlar (evimin) önünden geçiyor- tahtırevanlarda iktidardakiler, arabalarda yardımcıları, (hatta) katırlarda hizmetçiler- (ben ise) iki ayağımın üzerinde (yürüyorum)!”
Bu şartlara rağmen, yolculuğa çıkanların kat ettikleri mesafeler hiç de kısa değildi. Yeni Asur kralı Sargon’un hazinedarı, kral tarafından yaptırılan heykellerin taşınmasını denetlemek için Asur’dan Ninova yakınlarına 170 km civarında yol kat edebiliyordu! Aynı krala yazılan bir mektubun bilinmeyen yazarı, bir başkentten 15 gün yol gittiğini söylüyor. Rota hakkında ayrıntı vermemiş ancak mektubu gönderenin Asur’dan yola çıktığını varsayarsak, 400 km’den fazla mesafeyi 15 günde kat etmesi gerekiyordu ki bu da günde ortalama 30 km’lik bir mesafe anlamına gelir.
KİMLİKLERİNİ GELDİKLERİ ŞEHİRLERLE İLİŞKİLENDİRDİLER
Biraz da Mezopotamya halkına bir göz atalım. Yerleşik hayat yaşayanlar kimliklerini geldikleri şehirlerle güçlü bir şekilde ilişkilendirmişlerdi. Ancak Asurlular, Babilliler ve komşuları arasında da hayatlarını sürekli belirli ikametgahları olmadan ya da uzun süreli göçlerle geçiren kişiler vardı. Eski Asur döneminde tüccarlar Asur şehrinden Kaneş’e (günümüzde Kültepe, Kayseri) seyahat ediyorlardı. Bu iki şehrin arasındaki mesafe ise 1000 km’den fazla…
Mevsimine göre hareket halinde olması gereken farklı bir insan topluluğu da çobanlardı. MÖ birinci binyılda Sippar ve Uruk şehirlerinden (Irak’ın güneyinden) günümüze ulaşan belgeler, sürülerin asıl sahibi olan ve onları çobanlara kiralayan girişimciler olan büyük şehir yöneticileri için hazırlanan sözleşmeler ve denetim metinleridir. Sippar’da bu çobanlar sürülerini mevsimsel olarak şehirden uzağa taşırlardı. Modern tanımlamalar doğruysa, bu bölge Sincar Dağları’nın güneyinde (Irak’ın kuzeybatısında) ve Habur Nehri’nin doğusunda (günümüzde Suriye’de), dolayısıyla yüzlerce kilometre uzakta yer alıyordu.
Bazı durumlarda yerel toplumla tamamen bütünleşmiş olarak yaşayan göçmen ailelere rastlıyoruz. Söz konusu göçmenlere ait metinlerin tamamı MÖ 650- 614 (yani Asur İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar) olan döneme aittir.
Ailenin bazı üyeleri Mısırlı isimler taşırken, iki metinde açıkça ‘Mısırlılar’ diye adlandırılmıştı. Ailenin Asur’a ne zaman geldiği veya göçüp göçmediklerini bilmiyoruz. Zira bu kişiler belki de tüccar olarak sık sık Mısır’a seyahat ettikleri için de ‘Mısırlı’ olarak adlandırılmış olabilirler.
Bunun dışında diğer Mısırlılar ya da Mısır kökenli göçmenler ara sıra karşımıza çıkar. Bir yeni Asur saray personeli listesinde üç rüya tabircisinden bahsedilir. İsimleri ve mesleklerinin adlandırılması Mısırlı olduklarını gösterir. Mısırlı isimlere sahip diğer üç uzmandan açıkça Mısırlı katipler olarak bahsedilir. Ancak bunun kökenlerine mi yoksa yazdıkları dil ve yazıya mı atıfta bulunduğu belirsizdir. Bu kişiler kariyer için kendi istekleriyle ülkelerini terk eden uzmanlar mı yoksa Esarhaddon’un Mısır seferinden sonra sürgün edilenler mi bilemiyoruz.
Her zamanki gibi, bu olaylardan sadece parça parça haberdar oluyoruz. Günümüzde eski Yakın Doğu hükümdarlarının hükmü altında bulunan kişilerin ne yazık ki sadece küçücük evlerinin harabelerini görebiliyoruz. Bunlar bize yaşamlarına dair yalnızca ipuçları veriyor. Elimizden kaçan büyük bir bütün olduğunu unutmamamız gerekiyor. Eski metinlerde ve harabe kalıntılarında göç göze çarptığında, bu göç genellikle- tıpkı günümüzde olduğu gibi- ya herhangi bir bireyin kontrolü dışındaki siyasi nedenler ya da öngörülemeyen iklimsel ve doğal felaketler tarafından zorlanmıştır. Neticede günümüzde olup bitenlere baktığımızda bu gözlem bizlere her zamankinden daha gerçekçi geliyor.
*Universität Heidelberg, Almanya ve Uniwersytet Warszawski, Polonya, Assirolog.